Pandemi, yalnızlık kavramını kişisel bir duygu olmaktan çıkararak toplumsal bir deneyime dönüştürdü. Uzun süreler boyunca evde kapalı kalmak, hem kamusal yaşamı hem de insan ilişkilerini yeniden yapılandırıp tanımladı. Edebiyat da bu değişime ayak uydurdu: artık yalnızlık dediğimiz şey, sadece içe kapanma hali değil, aynı zamanda dünyayla bağlantı kurma biçiminin yeniden sorgulandığı bir zemin olarak ele alınıyor.
Pandemi ve salgın döneminden sonra yazılan romanlarda dikkat çeken ilk değişim, yalnızlığın toplumsal ve gündelik bir norm haline gelmesidir. Sally Rooney’nin “Beautiful World, Where Are You” romanında yer alan karakterler, birbirleriyle fiziksel temasa geçmeden, uzun e-postalar aracılığıyla iletişim kurar. Çünkü Sally Rooney’nin roman anlatısında bu durum bir mesafe olarak tanımlanmaz, yeni bir yakınlık biçimi olarak yer alır. İnsanlar birbirlerini artık kelimelerin gücüyle değil, ekranların arkasından tanımaya başlamışlardır. Bu sözü geçen yalnızlık ise fiziksel değil, dijital bir yalnızlık biçimi, bir tür bağlantılı izolasyondur. Sosyolog Sherry Turkle’ın “Alone Together” kavramı bu durumu oldukça iyi özetlemiştir: İnsanlar artık aynı ağda birbirine bağlıdır ama duygusal olarak birbirinden uzaktır.

Benzer bir atmosfere sahip olan Ali Smith’in “Companion Piece” romanında ise karakterler, sürekli değişen, takip edilemez bir gündemde, belirsiz bir zamanda ve akışkan mekanlar arasında yaşarlar. Ali Smith, pandeminin getirmiş olduğu durağanlığı değil, bu durağanlık içerisindeki zihinsel hareketliliği anlatır. Okurlar, karakterlerle beraber hiçbir yere ait olamamışlık hissini yaşar. Bu yönüyle edebiyat, pandemi deneyimini bireysel bir yalnızlıktan çok, kolektif bir yabancılaşma durumu olarak ele almaya başlar. Pandemi ve post-pandemi romanlarında yalnızlık, dramatik, melankolik bir kader olmaktan çıkmış, yeni bir yaşam standardı haline gelmiştir. Teknolojiyle beraber ortaya çıkan “sürekli bağlantı” durumu, bireyin iç sesini bastırmaya başlar. Byung-Chul Han, “Şeffaflık Toplumu” kitabında modern insanın baskı altında değil, aşırı özgürlük altında ezildiği paradoksuna işaret eder. Pandemiyle beraber üretkenlik, görünürlük, iletişim takıntısı bireyi daha da yalnızlaştırmaya başladı. Sosyal medya, iletişim kurmayı daha da kolaylaştırırken aynı zamanda duygusal bağları da yüzeyselleştirmeye başladı. Dönemin roman kahramanları ise bu yüzeyselliğin farkında olup ondan kopamıyor, yalnızlık onlar için bir kaçış değil, adeta bağlılık biçimine dönüşüyordu.

Edebiyattaki bu değişim sadece Batı edebiyatında değil, Türk edebiyatında da hissedilmeye başlamıştı. Barış Bıçakçı’nın romanlarında yer alan sessizlik ve içe dönüklük, pandemi sonrasında yeni bir anlam kazandı. Karakterler artık yalnız oldukları için değil, sürekli iletişimde kalmak zorunda oldukları için yoruluyorlardı. Yalnızlık artık koca bir boşluk değil, dijital yaşamın gürültüsü ve çoksesliliği içinde kaybolma halini almıştı. Edebiyat bu gürültüyü susturmanın, kelimelere yeniden anlam kazandırmanın yollarını arıyordu.
Bu değişimle beraber edebiyat yönünü bireyselden toplumsala çevirdi. Pandemiyle beraber yalnızlık artık bireysel bir duygu değil, açıkça sınıfsal ve mekânsal bir soruna dönüştü. Kimler evde kalabiliyor, kimler çalışmak zorunda kalıyor, kimler sessizliğe mahkum ediliyor, kimler kalabalıkta bırakılıyor sorularının sorulduğu bu dönemde, yalnızlık bile eşit dağıtılamıyordu. Bazı insanlar için konfor alanı anlamına gelen yalnızlık, bazı insanlar için dışlanmışlık ve belirsizliği taşıyordu. Yeni dönem romanları bu eşitsizliği sezgisel biçimde ortaya koydu. Kahramanlar sadece kendi içlerine değil, birbirlerinin sessizliğine de tanıklık edip ortak oldular. Edebiyat, bu yönüyle yalnızlığı romantize ve estetize etmek yerine yalnızlığın politik anlamını, kimleri görünmez kıldığını, kimleri ayrıcalıklı kıldığını sorgulamaya başladı. Sessizlik artık sadece huzurun değil, bastırılmış seslerin simgesiydi.
Sonuç olarak post-pandemi edebiyatı bize yalnızlığın sadece bir boşluk değil, bir bağ kurma biçimi olduğunu hatırlatıyor. Romanlar, insanların hem kendileriyle hem de diğerleriyle kurduğu kırılgan bağlantının izini sürüyor. Yalnızlık artık kaçış veya melankoli değil, çağımızın ortak dili haline geliyor. Çünkü herkes bir şekilde birbirinden uzak olsa da ekranda yan yana gelebiliyor. Bu nedenle birey ne tamamen içe kapanabiliyor ne de tamamen dışa açılabiliyor. Edebiyat bu arada kalmışlığın nabzını tutuyor: görünmez temasların, bastırılmış seslerin, dijital yankıların romanını yazıyor. Yalnızlık artık ne trajik ne de kahramanca sayılıyor, daha çok insan olmanın bugünkü hâli olarak yaşantımızda yer alıyor. Ve belki edebiyat bu nedenle sadece yalnızlığın değil, bir arada olamamanın öyküsünü bizlere anlatıyor.
Kaynakça
Sarıbaş, S. (2020). Kıyamet Sonrası Edebiyatı: Jack London’ın Kızıl Veba Eserinde Pandemi Öncesi ve Sonrası. Social Mentality and Researcher Thinkers Journal, 6(33), 1276-1285.
Dursunoğlu, İ. (2016). “Sosyal Darwinizm.” Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6(1): 210-221.
Rooney, S. (2021). Güzen Dünya, Neredesin. (Çev. Roza Hakmen). İstanbul:Can Yayınları.
Han, B.-C. (2014). Şeffaflık Toplumu. (Çev. Haluk Barışcan). İstanbul: Metis Yayınları.
Smith, A. (2023). Eşlik Eden Parça. (Çev. Dilek Başak). İstanbul: YKY (Yapı Kredi Yayınları).
Youtube-TEDxUIUC – Sherry Turkle – Alone Together

Yorumunuzu Yayınlayın