Bu yazıda hem fotoğrafın hem de filmin kendisinin ürünü olan yönetmen koltuğunda Wim Wenders’ın yer aldığı 1984 yapımı “Paris, Texas” filmindeki görüntülerin, senaryonun ve oyunculuğun tartışılması ve analizi yoluyla, sinema tarihine neden kült film olarak geçtiği sorusuna yanıt aranacaktır.

 Hiçliğin ortasında, kendisinden başka tek canlı olan tepedeki kartalın bakışları altında eskimiş tozlu kıyafetler içindeki kırmızı şapkalı ana karakter Travis’in elindeki bidondan su içtiği geniş açılı sahneyle başlayan film, yönetmen Wim Wenders’ın yol üçlemesine dahil olmasa da pek çok açıdan bir yol filmidir. Seyirciye “arkasında yatan hayat hikayesi ne olabilir?” dedirten karakterin yürüdüğü yollar sadece varoluşsal kederin acı dolu keşfine ve romantizme değil, Amerika’nın uçsuz bucaksız çölüne ve yollarına da bir aşk mektubu niteliği taşımakta. Görsel olarak oldukça çekici anlatıya, Ry Cooder’ın melankolik ve hüzünlü müziği eşlik ediyor. 

Yıllardır sırra kadem basan Travis, filmin ilk 26 dakikası kendisine ne olduğunu çözmeye çalışanlara karşı sessiz ve tepkisiz kalıyor ve hatta bununla da yetinmeyip eline geçen fırsatlarda yeniden kaçmayı deniyor. Kendine bile yabancılaşan karakterin kardeşiyle yaşadığı kırılma anında ağzından dökülen sözcük Paris oluyor. Sonrasında ise annesinin kendisine hamile kaldığına inandığı yer olan Paris, Texas’a doğru yola çıktığını söylüyor. Böylelikle bu sıra dışı adamın hikayesine dair ilk ipucumuzu edindiğimiz gizem filmin sonuna kadar çözülmüyor.

 Hiç durmadan yürüyerek mekanlarla ya da insanlarla ilişkisini kesmenin yolunu bulan Travis, geçmişini ve kendini unutmuş, çölle birlikte eriyip yitip gitmiştir. Kardeşinin onu bulmasıyla, geçmişini bulmaya başlar. Doyumsuz aşk hikayesiyle kadın-erkek ilişkilerine, iki baba kavramıyla büyüyen Hunter karakterinin varlığı çevresinde baba-oğul ilişkilerine değinen film içinde birden çok tema barındırmaktadır. 

Film, görüntü yönetmeni Robby Müller, senarist Sam Shepard, yönetmen Wim Wenders ve başrol oyuncuları Harry Dean Stanson ve Nastassja Kinski’nin bir araya gelmesiyle başka bir kadroyla düşünülemez hale geliyor ve tüm dünya genelinde kült filmler listelerini zorluyor.

Zaman, Mekan, İzleme Çevresi ve Fotografik Görüntülerle Yorumlama

 Fotoğraflar, metnin değişen anlamı açısından filmdeki varlığı ve yokluğu gösteriyor. İki form arasındaki metinler arası bağlantı aynı anda filmdeki fotoğrafları yorumlamak için birçok olasılık sağlar. Bu fotoğraflar tek başına değil, filmle, karakterlerle ve izleyiciyle metinler arası bir ilişkiye dayalı olarak bir arada var olur. Her şeyini kaybettikten sonra geçmişiyle yeniden temas kuran Travis’in yokluğunu iliklerine kadar hissettiği Jane’i yeniden bulma hikayesini anlatıyor Paris, Texas.

 Paris, Texas filmini kült kılan özelliklerin başında başrol seçiminin yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Daha önce pek çok filmde yer almış olan Harry Dean Stanton’a 58 yaşındayken ilk kez başrol oynama fırsatı senarist Shephard tarafından tanınıyor. Harry Dean Stanton’ın muazzam ve anlaşılması güç yeteneği üzerine yönetmen Wim Wenders şu cümleleri sarf ediyor; “Harry Dean’i seçtik çünkü çoğu yetişkinde ölü olan çocuğu yanında tutan tanıdığım birkaç yetişkinden biri. Kendisinde bir masumiyet var.” (Mikulec)

Başroldeki karakterin filmin ilk 26 dakikası boyunca hiç konuşmaması seyircinin merakını giderek arttırmaktadır. Filmin son sahnesine kadar çözülemeyen gizem; Travis’in buhranı, kendine ve çevresine yabancılaşması, şiddet dozu yüksek aşk hikayesi ve yeniden babalık performansı sergilemesi ile parça parça yerine oturuyor. Travis’e ne olduğu son derece cezbedici bir gizem, öyle ki oldukça tatmin edici sonuyla filmi kültleştiren hususlardan biri de bu merak unsuru.

 Travis karakterinin kendini arayış ve değişim sürecinin en etkileyici sahnesi babalığı yeniden keşfi olarak görülebilir. Dergileri kurcalayarak ‘baba’ figürü arayan karakter, eve temizliğe gelen kadının da yardımlarıyla kendini yeniden bir ‘baba’ olarak kurguluyor. Travis nasıl ‘baba’ gibi yürünür, durulur ve giyinilir öğreniyor. Ardından en ‘baba’ haline bürünüp oğlu Hunter’ın okul çıkışına gidiyor. Karşılıklı kaldırımlarda birbirleriyle şakalaşarak yürüdükleri sahne Stanton’ın oyuncuğuna ve Travis karakterinin farklı kimliklerine övgü niteliğinde. Karakter o sahnede bize hikâyeyi unutturuyor ve tek tek bazı anların önemini hatırlatıyor.

Paris, Texas filmini kültleştiren bir diğer önemli husus ise Edward Hopper tablolarını aratmayan görüntüler. Işıklar ve renkler birbirleriyle flört ediyor, film an be an akıllara kazınacak bir hal alıyor. Tonlarla oynanan oyun ve geniş açı çekimle dışarıdan içeriye doğru bakış sunan film, hikâyeyi göz kamaştırıcı bir şekilde tablolaştırıyor.

Filmi bu denli önemli ve unutulmaz kılan meselelerden biri muhteşem fotografik sahnelerin merkezinde Amerika’nın yer alması.  Batı Almanya’da büyüyen yönetmen Wim Wenders’ın gençliğini William Percy, Mark Twain ve William Faulkner’ın romanlarında kaybolarak geçirmesi, düşlemlerini sinematografisine yansıtmıştır. Yönetmen bu durumu kendi sözleriyle şöyle aktarmaktadır: “Faulkner’ı Amerika’ya ayak basmadan önce okudum. Ama Güney’i o kadar canlı bir şekilde iç gözünüzün önüne getiriyor ki, kokusunu bile alıyor ve sıcağı hissediyorsunuz.” (Singer, 2015) Wenders da tıpkı Faulkner gibi seyirciye önce çölün sıcaklığını hissettiriyor ardından seyirciyi geniş Amerikan otoyollarında sonu gelmeyecek hissi uyandıran bir yolculuğa çıkarıyor. Daha önce Amerika’ya hiç ayak basmamış kişiler için bile Paris, Texas imgesi netlik kazanıyor. Geniş çöl manzarası, köhne moteller, Amerikan Diner tipi restoranlar ve benzin istasyonları tüm zamanların görsel olarak en zorlayıcı anlatımlarından birini betimleyen mekanlardan bazıları.

 Mekanların görüntüdeki güçlü yerine değinip, karakterlerin imajına değinmemek filmin kült sinema tarihindeki yerinin anlaşılmasında eksik kalır. Açılış sahnesinde gördüğümüz beysbol şapkalı takım elbiseli ve eskimiş spor ayakkabılı adam bize sıradan mütevazı Amerikan insanını gösterir. Amerikan kültürüne yönelik güçlü duygunun mekanlara ek olarak kıyafetlere yansımasının sadece Travis karakteriyle de değil Jane karakteriyle de örnekleyebiliriz. Oyuncu kadrosunun gardırobuna da karışan Amerikan mirası, Jane’in ünlü tiftik fuşya pembe kazağıyla sinematik bir klasik yaratır. Travis’in yıllarca ıssız çölde dolaştıktan sonra eski sevgilisini yeniden ilk kez gördüğü sahnede Jane’in üzerinde bu meşhur pembe tiftik kazak vardır. Striptiz kulübünde tek yönlü camın arkasına konumlanan karakter, eski sevgililerin arasındaki kopukluğu arttırır. Adeta bir kutuyu kapatılmış gibi duran Jane karakteri, Travis’i görememektedir. Bu fantezi mizanseninde, filmin başında dilsiz sanılabilecek karakter, dile gelir ve sanki başka bir çiftin hikayesiymiş gibi uzun uzun kendi geçmişlerini anlatır, Jane ise meraklı bakışlarla dinler, ara ara kazağını çekiştirip düzeltir. Omuzlarına dökülen sarı küt saçları ve sırtı dekolteli kazağı Jane karakterinin çekici sıcaklığını arttırır. Başlangıçta kiminle konuştuğunu bilmeyen karakter, dinlediği hikâyenin tanıdık gelmesiyle yavaş yavaş tanımaya başlar ve bu durum yüz ifadesine yansır, gözlerine dolan yaşlarla zirveye ulaşır.

Sahneye dair en iyi açıklamalardan biri eleştirmen Guy Lodge tarafından yapılıyor: “Kinski’nin mükemmel yüzü, yara izi bırakan her açıklamaya sürekli tepki vermeseydi buna bir monolog derdiniz” – ve bu yakın odak, onu sinemadaki en yürek burkucu anlardan biri yapmakla kalmıyor, aynı zamanda güzellikte en çok referans alınanlardan biri haline getiriyor, siyah çizgili gözleri ve parlak sarı saçlarına karşı gölgeli göz kapakları artık tamamen ikonik.” (Singer, 2015)  

 Filmin sonlarına dek seyirci karşısına çıkmayan, ancak film boyunca tüm karakterlerin hakkında konuştuğu ve Super 8 ile çekilen eski bir videoda görülen Jane mitleşiyor ve aslında film onun ekseni etrafında dönüyor. 

 Travis, Jane’in her ay başında oğullarının geleceği için bankaya para yatırdığı bilgisiyle eski sevgilisinin peşine düşüyor. Onunla ilk kez striptiz kulübünde karşılaştığında yüzleşmeye hazır hissetmiyor kendisini, ancak kıskançlığı hafifçe yüzeye çıkarak müşterileriyle ilgili sorular soruyor. İkinci ziyaretinde ise bir tarafta alkolik, güvensiz ve takıntılı bir erkeğin diğer tarafta oldukça güzel, gencecik, maceracı ve deneyimsiz bir kadının hikayesinin muhteşem diyaloglarına tanıklık ediliyor. Ölçüsüz sevginin ölçüsüz kıskançlıklara sebep olduğu ilişkide iki aşık, aşkın her daim yüksek ve tutkulu olabileceği yanılgısına düşüyor.  Daha önce Travis’in anne-babasının ilişkisinden bahsetmesi seyirciye geçmiş travmaların, sevginin doğru tanımlanmadığı karakterlere etkisini gösteriyor. Tıpkı Shakespeare’in de söylediği gibi ‘şiddetle başlayan haz, şiddetle son buluyor.’ 

Sonuç

 Yukarıda bahsi geçen tüm bu sıra dışı bileşenlerin yanı sıra, filmin ilerledikçe yazılan bir senaryoyla 5 hafta gibi kısa bir sürede çekilmesi, filmi kült kılan etmenlerden biridir. Ham bir sürecin yaratıcılıkla yoğurulmasının en etkili örneklerindendir. Filmin başında kendini kaybettiğini gördüğümüz karakterin aslında bir anneyi ve oğlunu kurtarmak için ahlaki güce sahip olduğunu görüyoruz. Kendi kırıp döktüklerini, şiddetli duyguları yüzünden yıkıma uğrattıklarını yeniden bir araya getirme çabası seyirciye umut duygusunu aşılıyor. Başlangıçta unutmak için düştüğü yollara, kardeşi onu bulduktan sonra geçmişini hatırlayarak oğluyla birlikte yeniden düşüyor. Sadece bir banka adresiyle çıktığı yolda, kalabalık otoyollarda kovalamaca oynanıyor fakat duyduğu aşkın kuvvetiyle adeta eski sevgilisine çekiliyor. Travis karakteri kararlılığıyla yalnızca arabayla değil belki de yürüyerek bile eski aşkı Jane’e ulaşacağı hissini uyandırıyor. Harry Dean Stanton sabit bir karaktere sahip olmayan Travis rolüyle film boyunca farklı kimliklere bürünerek usta bir oyunculuk sergiliyor. Nastassja Kinski ise film boyunca kendisinden bahsedilerek bir noktada efsaneleşen ancak filmin sonlarına doğru ortaya çıkan Jane karakterine muhteşem mimikleriyle hayat veriyor. Pembe tiftik kazaklı görüntüsüyle hafızalara kazınıyor. Karakter eski sevgilisinden ayrı geçirdiği yıllarda defalarca zihninde kurgulamasına karşın onu gerçekten karşısında görünce neler diyeceğini şaşırıyor. Çünkü bazı şeyler fikirken güzeldir ancak gerçeğe dönüştürmesi güçtür. Travis yalnız başladığı hikayesini, yalnız tamamlıyor ancak bu sefer taşlar yerine oturuyor.

 Aşkın ve kaybın bu melankolik hikayesi güçlü anlatımı ve Amerikan manzarasının renkli ışık oyunları içinde sunulmasıyla kendini anlamayı, affetmeyi ve yeniden harekete geçmeyi seyircilere aktararak kült filmler tarihindeki yerini alıyor. Bazen sevdiklerimizi belki de onları sevdiğimizden daha çok incitiriz ve bu can yakıcılığı kabullenmenin güçlülüğü karşısında sevgimizin sınırsızlığının ardına saklanırız. Her kültürde ve her coğrafyada yüceltilen aşk ölçüsüz olur mu yoksa kişiler sadece varoluşsal buhranlarını ve bütünlük arayışlarını anlık heyecanlarla aşk yanılsaması olarak mı görmektedirler? Belki bu sorunun cevabı hiçbir zaman netlik kazanamayacak ancak iki insanın birbirlerine karışacak derecede yakınlaşması ve geri dönüşü olmayacak derecede uzaklaşmasın eşsiz bir örneğini veriyor Paris, Texas. Ufukta birleşen tren rayları gibi, hayatlarının bir noktasında yeniden karşılaşan aşıklar, tıpkı gerçekte tren raylarının birleşmemesi gibi yeniden bir araya gelmiyorlar. Wim Wenders’in güçlü, çılgın ve hüzünlü sinematik şiiri aşkın boğuculuğunu özetler niteliğiyle kült filmler tarihinde sarsılmaz yerini alıyor. 

Kaynakça

  • Mikulec, S. (tarih yok). ‘Paris, Texas’: Wim Wenders’ Film of Extraordinary Beauty and Irresistibility. Cinephilia & Beyond.
  • Singer, O. (2015). Another Mag. https://www.anothermag.com/fashion-beauty/7771/lessons-we-can-learn-from-paris-texas adresinden alındı
Bu içeriğin her türlü sorumluluğu ve hakları, yazar(lar)ına aittir.
Bu içerik, Temsil.org editör ekibinin ve bu sitedeki diğer içerik üreticilerinin görüşlerini yansıtmaz.