İklim krizi, yalnızca dünyanın ısınması değil; insanın kimliğinin, anlam arayışının ve doğayla ilişkisini yeniden kurma zorunluluğunun ortaya çıkmasıdır. Eko-distopya romanları, felaketi ani bir yıkım olarak değil, insanın uzun süreli körlüğünün sonucu olarak anlatır.
Eko-Distopya Romanları ve İklim Korkusu

Ayrıntı Dergi
Eko-Distopyanın Doğuşu ve Yeni Bilinç
İklim krizi, yalnızca gezegenin ısınması değil, insanın kendine dair hikâyesinin değişmesidir. Küresel ısınma, sadece doğayla kurulan ilişkiyi değil, insanın kimliğini, farkındalığını ve anlam arayışını da dönüştürür. Bu dönüşümün en güçlü aynası hâline gelen edebiyatta bugün, doğa artık bir dekor değil, özne konumuna gelmiştir. Felaket ise uzak bir olasılık değil, gündelik bir deneyimdir. Bu durumda insan, kendi yarattığı dünyanın merkezinde değil, artık kenarında durmaya başlar.
Eko-distopya romanları bu yeni bilincin bir ürünüdür. “Distopya” sözcüğü bir felaket algısını çağrıştırsa da, bu eserlerde felaket aniden ortaya çıkan bir yıkım değildir. Uzun süredir bir unutmanın sonucu, sessiz bir çöküştür. Bu tür romanlar bize, doğanın intikamından çok, insanın kör oluşunu anlatır. Modern dünyayı yer yer kara mizahla eleştirmeyi başarmış, insanın kapitalist toplumdaki tüketici patolojisini ortaya koyan bilim kurgu yazarı James Graham Ballard’ın “The Drowned World” adlı eserinde şehirler sular altında kalmıştır ama aslında boğulan insanın kendi geçmişidir, Margaret Atwood’un “Oryx and Crake” adlı eserinde doğa artık laboratuvarlarda üretilir, insanın doğaya hükmedip tanrı olma arzusunun yan etkisidir. Kim Stanley Robinson’ın “The Ministry for the Future” romanında ise felaket bir haber olmaktan çıkıp politika meselesine dönüşmüştür; kim korunacak, kim yok sayılacak sorularıyla başlar. Bu üç örnek de distopyanın üç yüzünü gösterir: psikolojik, teknolojik, politik. Bu eserlerin ortak noktası, doğayı artık bir kayıp olarak görmekten çıkartarak, bizi terk eden bir varlık olarak sunmasıdır. Doğa, insanın dışında değil, tam ortasında duran bir güçtür. Felaket ve yıkım sahneleri bir tür vicdan sahnesine dönüşür. Karakterler doğayı kurtarmakla ilgilenmez, kendilerini kurtarmaya çalışır ama her kurtuluş çabasında biraz daha derine gömülmeye başlar. Bu nedenle eko-distopya yalnızca çevresel yıkım getirmekle kalmaz, ahlaki çöküşü de beraberinde getiren bir edebiyattır.

Parrot Street Book Club
Eko-Anksiyete: Modern İnsanların Ortak Duygusu
İklim korkusu (eco-anxiety) kavramı, bu romanların bilincini ve duygusal zeminini oluşturur. Doğa karşısında duyulmaya başlayan korku, artık fırtınalar ve felaketlerle değil, sessizliklerle ilgilidir. Hava hâlâ solunabilir, gökyüzü hâlâ mavidir ama hiçbir şeyin kalıcı olmayacağı hissi insanın içinde koca bir boşluk yaratır. Bu boşluk, tıpkı yalnızlık gibi modern bireyin gündemi, deneyimi ve kimliği haline gelir. Pandemi sonrası yalnızlığın kolektif bir duyguya dönüşmesi gibi, iklim korkusu da çağdaş insanın ortak dili haline gelir. Artık kimse güvenli mevsimlerde yaşayamamaya başlar. Bu anlatılarda doğa, romantik bir huzur çerçevesi olmaktan çıkar. Doğa artık pastoral bir güzellik değil, kapitalist düzenin sınırlarını zorlayan bir varlıktır. Doğa ölürken bile mücadeleci ve dirençlidir, insanlığın felaketine tanık olur ama sessiz kalmaz. Doğa artık bir fon değildir, etik bir özne haline gelir. Kuraklıklar, fırtınalar ve buzullar sadece sahne olmaktan çıkmış, hikâyenin kendi sesine dönüşmüştür. Bu nedenle eko-distopya, doğanın da anlatıcı olduğu bir türün başlangıcıdır. Ancak bu romanlar yalnızca doğayla değil, toplumla da ilgilidir. Çünkü felaketler eşit dağılmaz.

Kaynak : Pinterest
Kimler korunur, kimler kaybolur? Tıpkı pandemi döneminde yaşanan gibi, iklim krizinin yükü de sınıfsal bir biçimde dağılır. Artık konforlu ve güvenli evlerde, apartmanlarda yaşayan insanlarla, su kıtlığı çeken topluluklar aynı dünyadan değildir. Edebiyat, bu eşitsizliği dramatize ederek değil, sürekli bir arka plan olarak göstermeye başlar. Çünkü artık felaketler bir coğrafya değil, statüdür. Bu nedenle eko-distopya romanları hem bireysel, hem de politik eleştiriler yapar. Bir yandan insanın içindeki kaygıyı, suçluluğu ve umutsuzluğu anlatırken diğer yandan da iklim krizinin politik bir adalet meselesi olduğunu anlatır. Okur bu eserlerde artık hem tanık hem de faildir, böylece okumak bir farkındalık eylemine dönüşür çünkü her felaket sahnesi aynı zamanda dünyanın bizim elimizde olduğuna dair bir hatırlatmadır. Yine de bu karanlığın içinde bir direnç duygusu da mevcuttur. Doğa tamamen yok olmamıştır ve insan hâlâ öğrenebilir. Bu nedenle umut, eko-distopya eserlerinde biçim değiştirir. Artık bir kurtuluş vaadi olmaktan çıkarak yeniden düşünme pratiği haline gelmiştir. Umutla felaketi reddetmek yerine, onunla birlikte yaşamanın yollarını aradığımız bir biçime evrilmiştir.
Sonuç olarak küresel ısınmanın kültürel yüzü, sadece bir bilimsel kriz değil, aynı zamanda bir anlam krizidir. Edebiyat, bu anlam kaybını dilde ve biçimde, duygularla yeniden inşa eder. Doğa artık kaybedilen bir güzellik değil, insanın aynası hâline gelir. Eko-distopya romanları, doğayı kurtarmak için değil, insanı tanımlamak amacıyla yazılır. Çünkü bu çağda felaket sadece dünyanın değil, insanın hikâyesi olarak algılanmaya başlar.
Kaynakça
- Yazgünoğlu, K. C. (2024). Ekoeleştiri nedir? Ekolojinin Aynasından Edebiyat Eleştirisine Bakmak. Söylem, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri Özel Sayısı, 334-355.
- Robinson, Kim Stanley. (2025). Gelecek Bakanlığı, (Çev. Akın Kazuk), İthaki Yayınları, İstanbul.
- Atwood, Margaret. (2018). Antilop ve Flurya, (Çev. Dost Körpe), Doğan Kitap, İstanbul.
- Aykanat, Fatma. “J.G. Ballard’ın The Drowned World ve The Drought Romanlarında Derin Zaman Algısı ve Ekolojik Bilinç Tezahürleri.” J.G. Ballard: Modernite ve Postmodernitenin Tekinsiz Yazarı. Der. M. Zeki Çıraklı. Kriter Yayınevi: İstanbul.
- Kara, Y. (2022). Ekolojik Kriz ve Anksiyete: Yeni Bir Kavram Olarak Eko-Anksiyete. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 24(2), 891-908.

Yorumunuzu Yayınlayın