Beden Kavrayışı

Butler, öznenin kimlik inşasının heteronormatif düzen içerisinde zorunlu ve verili olarak kurulduğunu ifade etmektedir. Bu tabloya göre birey, içine doğduğu toplumun kabul gören toplumsal cinsiyet normlarına uygun davranışlar sergilemek üzere öğrenir, uygular ve tekrar eder. Ancak Butler’ın öne sürdüğü çok daha iddialı bir argüman vardır; o da toplumsal cinsiyetin doğası gereği öğrenilen ve dayatılan performatif yapısının biyolojik cinsiyetlerimiz için de geçerli olabileceği varsayımına dayanmaktadır. Performatifliği normların ve idealize edilenin sistematik olarak icra edilmesi ile toplumsal cinsiyet özelinde tanımlayan Butler, bireyin yükünü doğuştan üstlendiği varsayılan toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi yeniden ürettiğini ve bunun kimlik inşasında parçalanmış tek yönlü bir tanımlama biçimi olabileceğini düşünerek eleştirmektedir. Oysa kimlik çok daha akışkan ve katmanlı değil midir? Söz gelimi kendimi ailenin küçük çocuğu, bir yüksek lisans öğrencisi, bir ev arkadaşı, bir kadın ya da hayatta kalmaya çalışan bir T.C. vatandaşı olarak tanımlayabilirim. Ancak bu tanımlarımın herhangi birinden çok daha fazlası olduğum toplumdaki diğer bireyler için de geçerli bir ön kabuldür. Bununla birlikte toplumun beni nasıl tanımladığı da kimliğimin inşasında, beni sınırların “içinde” ya da “dışında” tutacağına dair ipucu veren imgeler taşır. Çünkü gündelik hayatı yaşarken yapıp etmelerim, biyolojik cinsiyetimin yanında bazı etiketler ile toplum tarafından bir kategoriye dahil edilmeme eşlik eder. Öyleyse istenmeyen ikinci çocuk, çalışmamak için okuyan bir işsiz, bir mecburiyet, bir “erkek olmayan” ya da vatan haini olarak da tanımlanabilirim ve bu kuşkusuz benim edimlerime bağlıdır. Herhangi bir durum veya koşulda temsil hakkı kazanabilmek için makbul özne oluşun gerekliliklerini yerine getirmem beklenir. Bu noktada Butler, mevcut sistemin söylem ve pratikler yoluyla inşa ettiği ve bedeniyle eyleyişlerine belirgin sınırlar çizdiği özneleri öz bilinçlilik halinden edilgen bir biyopolitika alanına indirgediğinin altını çizmektedir. Bu nedenle feminizmin de kendi öznelerini ortak kimlik ve evrensel bir çatı altında mücadeleye çağırmanın toplumsal cinsiyetin imleyiciliği tuzağına düşüldüğünde ırk, sınıf, kültür gibi noktaların göz ardı edilmesine yol açacağından söz etmektedir. Yalnızca evrensel ataerki fikrini öne katarak yol alındığında bunun, feminizmin kapsayıcılığının önünde engel teşkil etme riski taşıdığını ifade etmektedir. Ancak bu evrensel ataerki fikrini tabi oluş biçimleri ve ezilen pratikleri üzerinden değerlendirdiğimizde daha az dışlayıcı olduklarını görürüz. Bu noktada eril tahakkümü bir cinsiyet üzerinden değil “erk” ve “eril düşünce” kavramları üzerinden okumak gerektiğini de belirtmek gerekir. Butler’a göre feminist düşüncenin bu kasıtsız ve dolaylı yoldan dışlayıcı duruş sergilediğine dair eleştiriler, hakim ideolojinin ve eril söylemin zorunlu kıldığı kimlik siyasetinin bir sonucu olarak düşünülmelidir. Bu paradoksal düzen içinde Butler’ın daha kapsayıcı bir kuramın inşasına girişmeden önce cinsiyet kimliğinin kültür ve söylem öncesi zamandan beri olageldiği varsayılan biyolojik cinsiyetin hikayesinin yıkımına girişmesini -ki genellikle bu tür sorgulamalar birer yıkımdır- feminist teoriyi geliştirilmeye açık kılan bir hamle olarak görmek mümkündür. Modernite ve akışkan kimlikler kavrayışı yerine tek yönlü bir temsil ya da temsillerin idealize edilmiş tek yönlü pratikleri olduğu düşüncesi, sınır dışında kalanın öteki olması ve artık “ben ya da biz olmayan” anlamına gelmesi demektir. Cinsiyet Belası kitabında buna yönelik bir eleştiri olarak Butler’ın sorduğu şu soru oldukça çarpıcıdır: “Öznenin konuşulmayan normatif koşullarını yerine getirmeyi başaramayan kişilerin dışlanmasıyla inşa edilen özneleri temsil etmenin ne anlamı olabilir ki?” Bu anlamda şunu da sorgulamamız gerekebilir; bu normatif koşulları yerine getiremeyenler kimlerdir? Bu bireyler hangi koşullarda yeniden bir öznelik kazanırlar ve nasıl temsil edilirler?

Akışkan Kimlikler

Normatif koşulları yerine getiremeyenler, normun belirlediği hattın dışında kalan marjinaller ise, yeniden öznelik kazanma yetisi toplumun gerekliliklerine uymadıklarından kendilerinde paradoksal olarak yoktur. Bu nedenle temsiliyetlerini yine toplumun belirlediği söylemlerle kazanırlar. Bu da onları bana göre özne değil özneleşmiş nesneler yapar. Butler “Temsil ancak kadınlar öznesi hiçbir şekilde varsayılmadığında feminizm için anlamlı hale gelecektir.” derken kadın oluşun tanıma ihtiyaç duymayacağı bir dönemin anlamlılığına işaret etmiş olabilir. Bu kısımda Virginia Woolf’un “Hiçbir çağ bizimki kadar rahatsız edici derecede cinsiyetin bilincinde olmamıştır.” sözünü hatırlamak iyi olacaktır. Bir gün cinsiyetin, toplumsal konumlanmada bu kadar belirli rol oynamayabileceği fikri yeni bir temsil dünyasının kapısını aralayabilir. Görünüşe göre bu, Butler’ın heteroseksüel sözleşme ya da zorunlu heteroseksüellik, bence “cisgenderism” olarak da ifade edilebilecek bir sürekliliğin alternatif kimliklerin kabulü ve yeniden üretilebilirliği sayesinde baskın gücünü yitirmesiyle mümkündür. Ancak bunun sınırları çizili heteroseksüel alanda ne derece güç olduğunu sıklıkla deneyimlemekteyiz. Judith Butler’ın burada değindiği önemli başka bir nokta toplumsal cinsiyetin, tanımı gereği bireyin özne oluşundaki birliğe aykırı bir çoklu kimlik edimi olduğuna yönelik vurgusudur. Bu da bireyin kendini biyolojik cinsiyetiyle bire bir örtüşmeyen toplumsal cinsiyet rolleri ya da cinsel yönelim içinde bulabileceği anlamına gelir. Toplumsal cinsiyet kültürel yapı içinde öğrenilen, icra edilen ve yeniden üretilen bir pratik alanı olarak değerlendirildiğinde bu rol playing işinin biyolojik cinsiyeti de kültürel olarak inşa edilmiş kılabileceğini düşünmek mümkündür. Butler’ın bu yaklaşımı toplumsal cinsiyetle verili cinsiyet arasındaki ayrımı silikleştirir. Bu yeniden üretim sürecinde mekanizmanın işleyişi nasıl örtük şekilde devam ediyorsa cinsiyet söylemlerinin üretimi de aynı şekilde gizlenebilir. Çarpıcı olan, artık biyolojinin değil kültürel inşanın doğal ve kaderci konuma yerleşmesi olmaktadır. Bu noktada De Beauvoir’ın bedeni bir durum olarak tasvir edişine yönelik açıklıktan yola çıkmak durumu daha anlaşılır kılıyor. Beden bir vaziyet alış ve tanımlanmaya hazır bir nesne olarak kavrandığında cinsiyet tanımı yapıldığı an toplumsal cinsiyet de olagelmesi beklenen bir durum olmaktadır. Ancak Butler bir adım daha öteye giderek bedenin kendisini de bir inşa olarak tanımlıyor. Bu inşa sürecinde hakim “rasyonel” dilin eril olması vasıtasıyla “kadın” ikili karşıtlıklar üzerinden evrensel eril dilin karşısında yeniden ve yeniden tanımlanmaya girişiliyor. Bu noktada dişil bedenin çok keskin tanımlarla her gün yeniden inşa edilişinin kitapta sözü edilen “imlenebilecekler alanının dışında kalma” durumunun nedeni olabileceğini varsayabiliriz. Bunun yanı sıra sabit bir kimlik modeli olmadığında özne birliğinin daha kolay kurulabileceğini öne süren koalisyon kuramının kimliğin değişken inşasında önemli rol oynayacağını söylemek mümkün olabilir.

Biyolojik Cinsiyetimiz de Kültürel İnşanın Bir Ürünü Olabilir mi?

Foucault’un olayların işlenmiş yüzeyi olarak bedeni göstermesi ve tarihin amacının olayları işlerken bedenleri yok etmeye çalıştığı vurgusu, Butler’ın cinsiyetlerin altüst edilebileceği fikrine temel oluşturması yönünden mantıklıdır. Ancak Butler bedenin işaretlenmesinin toplumsal alanda gerçekleştiğine işaret ediyor, bu durum şunu düşündürebilir: “Özne kendini bundan önce imleyemez mi?” Elbette bunun için bir kültürel arka plan ve hakim ideolojinin dili devreye giriyor. Yine de temelde biyolojik cinsiyetin toplumdan önce bireyin kendisi tarafından, yine toplumsal edimleri aracılığıyla ancak bir öz-benlik bilinci içinde işaretlenmesinin olası olduğunu söyleyebiliriz. Kitapta toplumsal ben’in yaratımının ardından “ben-olmayan”ın toplumun ikili zıtlıklar düzeni içinde tiksinç olarak kavranmasına yol açtığından söz edilmektedir. Normatif olanın düzenli olarak tekrar edilmesiyle de bu durum pekiştirilir. Burada dışavurum kavramı ve performatiflik arasında oldukça önemli bir fark olduğuna vurgu yapan Butler, dışavurulacak bir özün sabit ve önceden var olan bir yapıda olması gerektiğini, ancak toplumsal cinsiyetin performatif oluşunun eyleme dökülürken üretiliyor olmasından geldiğini belirtmektedir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetin ölçüsü olabilecek bir kimliğin öncelliğini yadsımaktadır.

Toplumsal Cinsiyet Parodileri ve Tango

Ek olarak kitapta bir orijinallik miti ve toplumsal cinsiyetin parodisi sayılabilecek rol değişimlerine yer verilmiştir. Okumada örnek teşkil eden drag alt kültürü, zıttı addedilen cinsiyetin toplumsal cinsiyet özelinde kalıplaşmış rol ve kostümlerine bürünerek bir cinsiyet kimliği yıkılırken bir başka toplumsal cinsiyet rolü nasıl yeniden üretilir?” yaklaşımı üzerinde düşündürmektedir.

Bu noktada son 3 yıldır gündemimde yer alan ve gündelik hayat pratiklerimden biri olan tangoyu ele alacağım. Bilindiği üzere tango “leader” ve “follower” gerektiren eşli bir dans ve icra edilirken belirli kurallar çerçevesinde ortaklaşılıyor. Jestlerden duruşlara, yürüyüşten spesifik hareketlere kadar bütün performans dansçının “yorumu” ile zenginleşebilecek bir matristen oluşuyor. Tıpkı heteromatris gibi… Takipçinin her ne kadar şart olmasa da kadınlardan oluştuğu ve liderin çoğunlukla erkekler olduğu bu dans türünde, zaman zaman kadınlar ve erkekler kendi cinsiyetlerinden, başka bireylerle dans ediyor. Burada dikkat çekici olan lider rolüne bürünen kadın dansçının performans boyunca erkeksi tavırlar sergileme eğiliminin fazla olması, buna karşın takipçi rolündeki erkeğin kadınsı olmak gibi bir çabası olmaması oluyor. Buradan hareketle; hakim kültürel değerler içerisinde toplumsal cinsiyet rolü daha net şekillenmiş erilliği parodik olarak icra etmek daha mı kolay yoksa takipçi pozisyonundaki erkek dişil rolü oynamaya gerek mi duymuyor diye düşünebiliriz. Ancak konu ile ilişkilenen kısım alışılagelmişin dışındaki bir leader-follower rolü ve “orijinal” toplumsal cinsiyet kimliği rolünün yıkımında yeni inşanın nasıl kurulduğu meselesi üzerine… Yeniden kitabın özüne ve sonuca gelecek olursak, Butler toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kavramları üzerine tartışmasında ayrımın ne kadar silinebilir, kimliğin inşasının nasıl farklı boyutlardan ele alınabilir olduğunu göstermektedir. Bunun yanı sıra en açık ve net ama aynı zamanda en tehlikeli olabilecek tanımlardan birinin Wittig’in toplumsal cinsiyeti, cinsiyetin işleyişi olarak kavraması olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu eksende toplumsal cinsiyetin işleyişini öznenin iradesine mi yoksa içinde bulunduğu kültürel yapının işleyişine mi dayandırdığını anlayamıyoruz. Ancak bir noktada, cinsiyetin toplumsal cinsiyet için zorunlu var oluşu ve bu işleyişin toplumsal boyutları, Butler’ın varsayımındaki biyolojik cinsiyetin de bir kültürel inşa olabileceğini destekleyebilir nitelikte. Özünde anlatılmak istenen ise cinsiyetin eril, dişil yahut çoklu varoluşlarının kalıcılığını varsaymanın, toplumsal cinsiyeti yaratıp gizleyen mekanizmanın işleyişinde bir dişli görevi görüyor olmasıdır.

Kaynakça

  • Butler, J. (2008). Cinsiyet Belası. İstanbul: Metis Yayınları.
  • Woolf, V. (2003). Kendine Ait Bir Oda. İstanbul: İletişim Yayınları.
Bu içeriğin her türlü sorumluluğu ve hakları, yazar(lar)ına aittir.
Bu içerik, Temsil.org editör ekibinin ve bu sitedeki diğer içerik üreticilerinin görüşlerini yansıtmaz.